Günümüz Türkiye’sinin Batılılaşma süreci çok sancılı geçmiştir. Resmi olarak Tanzimat’la başlayan fakat Tanzimat’ın da öncesine dayandırılabilecek bu süreç halen tam anlamıyla tamamlanmış değildir. Osmanlı döneminde bazı kurumlarıyla yarım yamalak batılılaşmaya başlayan bu süreç ilk defa Cumhuriyet Türkiye’sinde sistematik hale getirilecektir. Fakat bu batılılaşmayı sistematik hale getirme çabaları zaman zaman trajikomik vakalara neden olacaktır, öyle ki Cumhuriyet ideolojisi eskiye ve doğuya ait ne varsa dışlarken yeni ve batıya ait olan ne varsa sorgulama mekanizmasından geçirmeksizin bünyesine almaya çalışır. Bu durumun doğal sonucu olarak da Türk toplumu üzerinde devrimleri sindirememiş olmanın vermiş olduğu bocalama evresini gözlemlemek mümkündür. Zira bu devrimler Türk halkı üzerinde süt emme evresinde olan bebeğe kebap yedirmeye çalışma etkisi yaratmıştır.
Batılılaşmak adı altında Türkiye’de öyle şeyler yapılmıştır ki bu dönem gayet trajikomiktir. Örneğin bir dönem Arapça ezan ve Türk Sanat Musikisi yasaklanmıştır. Murat Özyıldırım bu batılılaşma süreci hakkında şunları söyleyecektir.
“Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte yeni yönetim, geri kalmışlığın, yenilmişliğin, parçalanmışlığın nedeni olarak topluma sunduğu Osmanlı geleneğine ait gördüğü her şeyden uzaklaşmaya çabalar. Yöneticiler, ‘geri kalmışlığa’ ait görünen her şeyin değiştirilmesine yönelik bütün çabaları – bazen toplumun değerlerini bir kenara iterek- göstermekten çekinmez. Bu hareketin en genel ifadesi ‘ Batılılaşma’ sözcüğüne yüklenen anlamlarda gizlidir. Ancak ilerleyen zaman, bazı uygulamalara verilecek adın bu terimin ötesine geçtiğini trajikomik örneklerle gösterecektir. İşte Arap filmlerinin Türkiye’de Türkçe gösteriminin hikayesi, bu garipliklerden biridir. Arap filmlerine getirilen Arapça gösterim yasağından kısa bir süre önce, Türkiye radyolarında yaklaşık üç yıl süreyle Türk Sanat Musikisi eserlerinin çalınması yasaklanır. Türkiye’de 2 Kasım 1934’de aynı zamanda CHP genel sekreteri olan, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya bir genelge yayınlayarak bu uygulamaya geçilmesine neden olur. Böylece 1927 yılından beri Türkiye radyolarında çalınmakta olan Türk Musikisi yayını ortadan kalkar. Yüzlerce yıllık geçmişin birikimini içinde barındıran bu saygın musiki değişim geçiren yeni devletin bazı yöneticileri için eskinin yüz çevrilecek mirasından başka bir şey değildir.”[1]
Türkiye Cumhuriyeti bir devrimin meyvesidir fakat bu devrimin niteliği yıllardır, gerçekleştiği yıllardan başlanarak, tartışılagelmiştir. Kimi muhalif liderler ve Halide Edip gibi muharrirler devrimin tepeden inme, keskin bir devrimden ziyade halkın benimseyebileceği evrimsel bir devrim olması gerektiğini savunurken, Cumhuriyet ideologları ve Yakup Kadri gibi yazarlar bu devrimin ancak ve ancak taviz verilmeksizin, doğuya ve eskiye ait ne varsa reddedilerek başarıya ulaşabileceğini savunur. Ahmet Hamdi Tanpınar da Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanında doğu ile batı, eski ile yeni arasında kalmış Türk insanının bocalama süreci içerisindeki komik hallerini, çıkar çatışmalarını, hurafelerini, kavgalarını, korkularını absürt bir olay örgüsü yoluyla yansıtmıştır. Bu bakımdan Tanpınar’ın bakış açısı evrimsel devrimcilerin bakış açısına daha yakındır ve bu romanı tepeden inme devrime karşı bir eleştiri olarak nitelendirebiliriz. Tanpınar’ın “ Saatleri Ayarlama Enstitüsü” adlı romanında esas vurgulamak istediği düşünce Cumhuriyet Türkiyesi’nin batılılaşma sürecinin Türk halkı üzerinde yarattığı travmatik etkidir.
Tanpınar Türk halkının maruz kaldığı bu travmatik süreci romanın başkahramanı olan Hayri İrdal aracılığıyla yansıtır. Mehmet Kaplan donmuş bir hayat şekli olarak nitelendirdiği bu batılılaşma sürecini, Hayri İrdal’ın hayatını merkeze oturtmak suretiyle, üç kısma ayırmıştır.
“ Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, bu sürenin içinde bir ada gibi donmuş kalmış, veya onun dışına çıkmak için delice çırpınan insanları ve çevrelerini yansıtmaya çalışıyor. Bu donmuş veya parçalanan bir saat gibi çığrından çıkmış olan zamanın esas kahramanı, Türk cemiyetidir. Yazarın asıl gayesi, Türk cemiyetinin son elli yıl zarfında, nasıl donmuş bir hayat şekliyle onu gülünç bir şekilde aşmak isteyişini anlatmaktadır. Eser, buna göre başlıca iki veya aradaki geçiş devrini de hesaba katarsak, üç kısma ayrılmıştır”[2]
Mehmet kaplanın sözünü ettiği bu üç kısım İrdal’ın çocukluk kısmına rastlayan istibdat devri, askerden dönmesine ve evlenmesine denk gelen Birinci Cihan Harbi sonrası geçiş devresi ve son olarak enstitünün kurulmasına rastlayan Cumhuriyet sonrası Türkiye’dir. Bu her üç dönemin de kendilerine özgü nitelikleri olmakla birlikte ortak olan özelliği Türk cemiyetini köklü ve sarsıcı bir şekilde etkiliyor olmalarıdır.
Batılılaşma sürecinin Türk cemiyeti üzererindeki etki o denli güçlüdür ki insanlar kurtuluşu hakikat denen şeyden kurtulmakta arayacaktır. Bu kurtulma çabasını baş kahramanımız olan Hayri İrdal’ın çocukluğunun vazgeçilmez parçaları olan Seyyid Lutfullah, Abdüsselam Bey ve Aristidi Efendi hakkındaki düşüncelerinden daha iyi anlayabiliriz. “ Hakikatte bütün bu insanlar hakikat denen duvarın ötesine geçmek için birer delik bulmuş yaşıyorlardı….. Onlar için ‘imkan’ denen şeyin hududu yoktu.”[3] Romanın ilk bölümü fakir ve gelenekçi bir aileden gelen Hayri İrdal’ın çocukluğunu anlatır. Romanda olay örgüsü temel olarak doğrusal olmakla birlikte, romanın ilk sayfasından itibaren Tanpınar, Hayri İrdal’ a hayatını kronolojik olarak anlattırmamış, İrdal’ın ağzından geleceğe yönelik göndermelerde bulunmak suretiyle romanında postmodernist öğelere yer vermiştir. İrdal’ın çocukluğunun vazgeçilmez parçalarını kişiler ve mekanlar olarak iki guruba ayırabiliriz. Kişilerden başlamak gerekirse Seyyid Lutfullah hayal alemiyle gerçek alemi birbirine karıştıran üstelik bu hayallerine diğer insanları da inandırıp onları peşinden sürükleyen yarı mecnun birisidir. Seyyid Lutfullah bu kişiliğiyle değişime ayak uyduramayıp kendisini hayal alemine kaptırmış Türk cemiyetiyle ilişkilendirilebilir. Abdüsselam Bey ise adeta bir imparatorluktur. Köşlünde her milletten kısım ve akrabasını barındıran ve bununla mutlu olan zengin bir aristokrattır. Fakat Abdüsselam Bey’in ilerde mali sorunlar yaşayacak olması köşkünün bir imparatorluk misali dağılmasına neden olacaktır. Nuri Efendi, İrdal’ın ustasıdır. İrdal saatçiliği ondan öğrenecektir. Nuri Efendi mesleğini seven ve onu hakkıyla yerine getiren biridir. Ona göre ssatler de insan gibi bir ruha sahiptir ve saat tamir edilirken usta saate bir demir yığınına yaklaşıyormuş gibi değil de, doktorun hastasına yaklaştığı gibi yaklaşmalıdır. Mekanlara gelince, İrdal’ın dedesinin başı zamanında derde girer ve başını bu dertten kurtardığı taktirde cami yaptırmayı vaat eder. Kurtulur da fakat caminin içinin eşyalarını almasına rağmen binasını bir türlü yaptıramaz ve binayı tamamlamasını oğluna vasiyet eder. İrdal ve ailesi bu vasiyeti yerine getirebilmek için içinde cami eşyalarının bulunduğu bir evde yaşayacaklardır bu eşyalar arasında özellikle Mübarak isimli saatin İrdal üstünde büyük etkisi olacaktır. Dedesinin vasiyetine gelince, İrdalın babası bu konuda muvaffak olamamıştır. İrdal’ın bahtsızlığı[4] batılılışma gibi gayet sancılı bir sürecin tam ortasında dünyaya gelmiş olmasıdır. Zira etrafındaki bütün insanlar zamandan ve hayattan kopmuş kendi dünyalarında yaşayan biçare insanlardır ve zamanla İrdal’da onlardan birisi olacaktır. “ Zaman zaman onların kılıklarına girdim, mizaçlarını benimsedim. Hiç farkında olmadan bazen Nuri Efendi, bazen Lutfullah veya Abdüsselam Bey oldum.”[5]
İrdal, fakirlikle bir yandan da maceralarla geçen çocukluk yıllarının ardından gençliğinde de bu fakirlik denen illetten kurtulamamıştır. Taki velinimeti olarak nitelendirdiği Halit Ayarcı ile karşılaşana dek. Halit Ayarcı ile Hayri İrdal’ın karşılaşmasıyla, Türk Cemiyeti’nin Cumhuriyet devrimleriyle karşılaşmaları arasında bir benzerlik vardır. Şöyle ki her iki karşılaşma da bir dönüm noktası niteliğindedir ve her ikisinde de yeniye bir türlü adapte olamamanın ve geçmişi tamamıyla silip atamamış olmanın yarattığı travma söz konusudur. Berna Moran’da bu iki karşılaşma arasında bir benzerlik kurar ve O’na göre Tanpınar bu benzerliği hiciv için kurgulamıştır.
“ İrdal Tamamıyla işsiz ve yoksulluk içindeyken Ayarcı’ya rastlar ve yaşamında yeni bir dönem açılır. Herkesin horladığı, aşagıladığı İrdal, ‘ Sabaha Doğru’ başlığını taşıyan ikinci bölümde Ayarcı’nın kurduğu Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde önemki bir mevkiye getirilince rahata, paraya, üne kavuşur. Bu, hiç kuşkusuz Cumhuriyet döneminin geçmişle bağlarını kopararak yeni bir Türk toplumu yaratmak çabasında düştüğü hataların hicvine ayrılmış olan kısımdır. Bu dönemin özelliği eski ile yeniyi bir arada yaşamak yerine eskiye tamamiyle atıp yeniye sarılmaktır.”[6].
İrdal’ın, yeni hayatına geçerken geçmişi bir türlü silip atamamasının yarattığı travmayı bize Hayri İrdal’ın şu cümlesi çok iyi özetliyor. “ Çünkü siz de anladınız ya, o zamanlar ben bütün hayatını sırtında bir kambur gibi gezdiren o biçare insanlardandım.”[7] Nasıl ki Hayri İrdal, geçmişini, sırtında taşımak zorunda olduğu bir kambur olarak görüyorsa, Cumhuriyet ideolojisi de geçmişini bir kambur olarak görmektedir ve Türk toplumu da bunun travmasını yaşar.
İrdal, Ayarcı’yla tanıştığında askerliğini yapmış, evlenip Ahmet ve Zehra adında iki çocuğu olmuş fakat karısını kaybettikten sonra bir daha evlenmiş fakat bir ekonomik durumunu düzeltmiş ne de yeni eşiyle mutluluğu yakalayabilmiştir. İrdal’ın yeni karısı da çevresindeki herkes gibi hayalci kendisini ve kocasını Hollywood yıldızları sanmaktadır. İrdal’ın yeni karısı, Kocasının girdiği ekonomik darboğazda ona destek olmak yerine onu bir türlü doymak bilmeyen kardeşlerini eve almaya zorlamıştır üstelik kocasının ilk karısından olma çocuklarına da iyi davranmamaktadır.İrdal Bir de bu süreçte çevresi tarafından deli damgası yemiş bu yüzden Doktor Ramiz adında her şeyi Freud’a göre açıklayan birisi tarafından psikolojik tedavi görmüştür. Daha sonra yine aynı kişi tarafından Halit Ayarcı’yla tanıştırılır ve hayatı değişir. Fakirlikten kurtulup etrafında saygı görmeye başlayan Hayri İrdal’ın yaptığı en büyük icraat, Halit Ayarcı’yla birlikte Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü kurmaktır. Peki nedir Saatleri Ayarlama Enstitüsü ? Saatleri Ayarlama Enstitüsü tüm yurttaki ayarı bozuk saatleri ayarlamakla yükümlü bir kuruluştur. Bu sayede memleketteki bütün saatler aynı ayarda olacak ve zamansal farklılıklardan kaynaklanan enerji, güç, para ve vakit kaybının önüne geçilmiş olacaktır. Bu kurumun fikir babası Halit Ayarcı’dır. Ayarcı girişimci kişiliği sayesinde bürokrasinin ufuksuz ve çıkarcı insanların eline geçmesinden kaynaklanan laçkalaşmışlıktan da faydalanarak bu enstitüyü kurmayı başarmış, enstitünün personellerini ise vasıfsız olmalarına rağmen kendisinin ve ortağı olan Hayri İrdal’ın çevresinden seçmiştir. Enstitü zamanla tüm yurda yayılır hatta yurt dışından uzmanlar bile bu kurumu incelemeye gelir. Enstitü, sadece saatleri ayarlama misyonuyla kalmamış, saatçilikle ilgili İrdal’ın kaleminden düzmece kitaplar basmış, galalar, toplantılar düzenlemiş, yüksek maliyetine rağmen modern enstitü binasını kurmuş üstelik çalışanlarının konut ihtiyacını karşılamak için site dahi oluşturmuştur. Lakin İrdal batının temsilcisi olan bu enstitünün kurucularından olmasına rağmen onu bir türlü tam olarak benimseyememiştir. Tıpkı Türk cemiyetinin devrimleri benimsemekte zorluk yaşadığı gibi. Batılaşma süreci Türk toplumu arasında ciddi manada, çok az kişi tarafından kavranabilmiştir. Geriye kalanlar ya onu bir türlü benimseyemiyor yahut da menfaatleri uğruna benimsemiş gibi görünüyorlardı. Çıkarlarına ters düşen bir yenilik söz konusu olduğunda ise onu şiddetle reddediyorlardı. Bu insanların yeniliğe karşı aldığı tavrı İrdal ve Ayarcı arasında Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kapatılmasına yakın, geçen şu konuşmadan anlayabiliriz.
“- Nasıl olur? Diyordu, nasıl olur? Dünyanın en modern müessesinde, en mükemmel ve yeni şartlar altında bu kadar yenilik içinde çalşan bu insanlar bu işi nasıl anlamazlar? O halde enstitüde ne işleri var? Niçin yeni binayı alkışladılar? Niçin bizi tebrik ettiler? Demek yalan söylüyorlar!... Ben Halit Ayarcı’ya vaziyeti anlatmaya çalışıyordum.- Hayır, yalan söylemiyorlar, diyordum.İkisinde de samimi idiler. Yeniliği kendilerine ucu dokunmamak kaydıyla seviyorlardı. Hala da o şartla severler. Fakat hayatlarında emniyetli ve sağlam olmayı tercih ediyorlar.”[8]
İşte bu diyalog doğulu kalamamanın fakat aynı zamanda batılılaşamamanın Türk cemiyeti üzerindeki travmatik etkilerini gözler önüne sergiler niteliktedir.
Enstitü sonunda kapatılacaktır ve bunun iki sebebi vardır. Birincisi enstitünün fikir babası olan Halit Ayarcı’yı gerek enstitü çalışanlarının gerekse Hayri İrdal’ın bu enstitüden soğutmaları, ikinci nedeni ise Amerika’lı bir yetkilinin enstitü hakkında olumsuz rapor vermesi ve enstitünün işlevsiz bir kurum olmasından dolayı belli çevrelerin tepkisini çekmesidir. Zira İrdal’ın oğlu Ahmet’de enstitüye karşıdır. O ilerlemenin bu tür gereksiz bir kurumla olmayacağının farkındadır. Bu yüzden kendisinin enstitüde prestijli bir mevki edinme şansı varken bunu reddeder ve yatılı olarak tahsiline devam eder. Bu yönüyle Ahmet, Nuri Efendi’yle birlikte romanın iki ideal karakterinden biridir. Birisi eskiyi, diğeri de yeniyi temsil ediyor olmasına rağmen ikisi de çevresinin aksine hayalcilikten ve değişimin neden olduğu travmadan uzak karakterlerdir. Halit Ayarcı enstitüyü kapattıktan sonra ortalıkta daha seyrek görünecek ve İrdal’la son buluşmalarında enstitü çalışanlarının ortada kalmaması için bu çalışanları enstitünün kapanma işlemlerinin gerçekleşmesi için kurulan komisyonda görevlendirdiğini açıkladıktan sonra ortalıktan kaybolmuş ve daha sonra trafik kazası geçirmiştir. Bu süreçte Ayarcı’nın İrdal’a olan bakış açısı değişecek, ona artık bir yabancı gibi davranacaktır.
Sonuç olarak, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanı Türk toplumunun batılılaşma sürecine ışık tutması açısından önemli bir eserdir. Tanpınar bu sürece ışık tutarken özellikle toplumun yaşadığı değer karmaşasını vurgulamıştır. Başka bir açıdan baktığımızda ise Saatleri Ayarlama Enstitüsü toplumun yaşadığı değer karmaşasını vurgulamakla kalmamış, doğu-batı sorunsalı hakkında o zamana kadar yazılmış olan edebi eserler arasında kendine özgün bir yer edinmiştir. Zira o ne doğuyu dışlayıp batıyı savunmuş ne de batıyı dışlayıp doğuyu savunmuştur. Onun medeniyet anlayışına göre biz hem doğudan hem de batıdan kendi gerçeklerimize uygun unsurları alarak özgün medeniyetimizi inşa edebiliriz.
o KAYNAKÇA
o 1. Moran, Berna. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü.” Bir Gül Bu Karanlıklarda içinde , hazırlayanlar Abdullah Uçman ve Handan İnci. İstanbul: Kitabevi 165, 2002.
2. Kaplan, Mehmet. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü.” Bir Gül Bu Karanlıklarda içinde, hazırlayanlar Abdullah Uçman ve Handan İnci. İstanbul: Kitabevi 165, 2002.
3. Tanpınar, Ahmet Hamdi. Saatleri Ayarlama Enstitüsü. İstanbul: Dergâh Yayınları, 2010.
2. Kaplan, Mehmet. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü.” Bir Gül Bu Karanlıklarda içinde, hazırlayanlar Abdullah Uçman ve Handan İnci. İstanbul: Kitabevi 165, 2002.
3. Tanpınar, Ahmet Hamdi. Saatleri Ayarlama Enstitüsü. İstanbul: Dergâh Yayınları, 2010.
o 4. Özyıldırım, Murat “Türkiye’nin Batılılaşma Süreci ve Mısır Filmlerine Getirilen Arapça Yasağı” EskiYeni Dergisi, 1 agustos 2008, , http://www.ummugulsum.com/eskiyeni-dergisinde-misir-filmleri( 1 Haziran 2011).
[1] Murat Özyıldırım, “ Türkiye’nin Batılılaşma Süreci ve Mısır Filmlerine Getirilen Arapça Yasağı,” EskiYeni Dergisi, 1 Ağustos 2008, http://www.ummugulsum.com/eskiyeni-dergisinde-misir-filmleri(1 Haziran 2011).
[2] Mehmet Kaplan, ‘‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü,’’ Bir Gül Bu Karanlıklarda içinde, haz. Abdullah Uçman ve Handan İnci (İstanbul: Kitabevi 165 Y, 2002), 121.
[6] Berna Moran, ‘‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü,’’ Bir Gül Bu Karanlıklarda içinde, haz. Abdullah Uçman ve Handan İnci (İstanbul: Kitabevi 165 Y, 2002), 274.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder