30 Ekim 2011 Pazar

Oğuz Kağan ve Gılgamış Destanlarında kahramanların Tanrı ile olan ilişkileri


            Bilindiği üzere destanlarda esas kahraman hiçbir zaman sıradan bir kişi değildir. Bu kahraman kimi zaman yarı Tanrı, kimi zaman üçte iki Tanrı, kimi zaman Tanrı ve Tanrıça’nın oğludur. Bazense bu kahramanlar Tanrılık özelliği yahut herhangi bir Tanrı ile akrabalık bağı bulundurmazlar ama yinede sıradan bir insandan fazlasıyla üstündürler ve bu üstünlükleri Tanrı veya Tanrılar ile olan irtibatıyla ilişkilendirilir. Tam olarak Tanrı inancı olmayan toplumların destanlarında ise bu Tanrı’ların yerini yüksek dereceli ruhlar alır. Destanlardaki kahramanların bu şekilde karakterize edilmesinin bazı işlevleri vardı. Destan kahramanları mitlerdeki tanrılar ve tanrısal kuvvetlerle hayattaki insanlar arasında köprü kuran kişilerdir. İlk çağların insanlarında tabiat kuvvetlerinin fizik ve etik etkilerini yansıtan mitler, dinlerin de başlangıcıdır[1].
Şimdi destanlardaki Tanrı-kahraman arasındaki ilişkinin ne denli olağan olduğunu etimolojik bir örnekle açıklamak istiyorum. Bu destanların yaratıldığı dönemde insan toplulukları yaşadığı coğrafyanın etkisiyle günlük yaşamlarında onları etkileyen olgulara isimler veriyorlardı ve bu olgular ne denli derin izler bırakıyorsa insanlar o olguyla ilgili o kadar spesifik adlandırmalar buluyorlardı. Eskimo dilinin kar ve varyasyonlarını niteleyen yüzlerce kelimeye sahip olması yahut Türk’lerin hayatında hayati bir öneme sahip olan atları nitelemek için yağız, alaca,kır,demir kırı,doru gibi spesifik renklere başvurması gibi. Sanskritçe’de avataras diye bir sözcük vardır ve “ava-trī”den türemiştir. Sözcük olarak “iniş, bir tanrının dünyada bedenlenerek görünmesi” anlamlarına gelir[2]. Eğer bir Tanrı’nın doğrudan yahut dolaylı olarak yeryüzüne inişini karşılayan bir kelime bir topluluğun diline girebilmişse, o topluluk Tanrı’nın yeryüzüne bizzat yahut dolaylı olarak indiğine inanıyordur. İnanmasalar dahi en azından böyle bir olguya yabancı değillerdir.
Tanrı’nın yeryüzüne dolaylı olarak inmesinden kastım. Oğlunu yeryüzüne yollamasıdır. Bu iniş genelde göktaşı yahut yeryüzüne inen ışık haznesi aracılığıyla olmaktadır[3]. Destanlardaki bu Tanrı’nın ( Baba’nın) oğlu yeryüzüne gönderme motifi zamanla değişip. Oğlun babasını yeryüzünden kovması şekline de dönüşebilir.
 Destanlardaki Tanrı-kahraman ilişkisine dair genel bir bilgi verdim ve şimdi bu ilişkiyi iki destanın, Oğuz Kağan ve Gılgamış destanlarının üzerine yoğunlaşarak daha spesifik bir hale getirmek istiyorum. İlk olarak Oğuz Kağan Destanı’ından ardından da Gılgamış Destanı’ndan bahsetmek nistiyorum.
Oğuz Kağan Destanı, Oğuz kağan’ın doğumuyla başlar ve bu doğum şu şekilde anlatılır. “Yine günlerden bir gün Ay Kağan'm gözü par-ladı. Doğum ağrıları başladı ve bir erkek çocuk doğurdu. Bu çocuğun yüzü gök; ağzı ateş (gibi) kızıl; gözleri elâ; saçları ve kaşları kara idi. Perilerden daha güzeldi.” Görüldüğü gibi gelen bebek sıradan bir bebek değildir ve alametleriyle birlikte doğar. Bu alamet kendisini doğuran ananın gözü parlamasıdır. Bu durumda aklımıza destan kahramanları neden illaki sıradan bir kişi gibi olmuyor yahut sıradan bir doğumla dünyaya gelmiyor sorusu gelebilir. Bu sorunun cevabı destanların işlevinde gizlidir. Destanların meydana geldiği dönemde şimdiki gibi kitle iletişim araçları bulunmadığı için, adına yazıldığı kişinin propagandasını yapar. Dolaysıyla bahsi geçen kahraman herkesin özendiği ve saygı duyduğu bir karakter olmalıdır. Dolaysıyla insanların bu kahramanları Tanrı’nın kendilerine bir hediyesi olarak görebilmesi için abartı kaçınılmazdır. Biz bu alametleriyle doğan kutsal bebek figürünü daha sonraları dinsel metinlerde peygamberler için kullanıldığını göreceğiz.
Oğuz kağan’ın Tanrı ile olan özel bağa bir diğer örnek ise onun evlilikleridir. İlk evliliğini ele alalım önce. “Yine günlerden bir gün Oğuz Kağan bir yerde Tanrıya yalvarmakta idi. Karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşten ve aydan daha parlaktı. Oğuz Kağan oraya yürüdü ve gördü ki; O ışığın içinde bir kız var, yalnız oturuyor. Çok güzel bir kızdı. Başında (alnında?) ateşli ve parlak bir beni vardı, demirkazık (kutup yıldızı) gibi idi. O kız öyle güzeldi ki, gülse, gök tanrı gü-lüyor; ağlasa, gök tanrı ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce aklı gitti; sevdi, aldı. Onunla yattı ve di-leğini aldı. Kız gebe kaldı. Günler ve gecelerden sonra (gözleri) parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Bi-rincisine Gün adını koydular; ikincisine Ay adını koydular; üçüncüsüne Yıldız adını koydular” Görüldüğü gibi Oğuz kağan insani vasıflara sahiptir. O da her insan gibi evlenir ve çoluk çocuğa karışır. Lakin elbette onun evliliği de sıradan olmayacaktır. Bu aşamada Tanrı devreye girer ve nasıl ki Oğuz Kağan’ı halkına hediye etmişse, Oğuz Kağan’a da bir kadın hediye etmiştir.
Oğuz Kağan’ın ikinci karısı yine benzer bir şekilde Tanrı tarafından hediye edilecektir. “Yine bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında, bir ağaç gördü. Bu ağacın ko-vuğunda bir kız vardı, yalnız oturuyordu. Çok güzel bir kızdı. Gözü gökten daha gök idi; saçı ırmak gibi dalgalı idi; dişi inci gibi idi. Öyle güzeldi ki, eğer yeryüzünün halkı onu görse: Eyvah! ölü-yoruz der ve (tatlı) süt (acı) kımız olurdu.  Oğuz Kağan onu görünce aklı gitti. Yüreğine ateş düştü; onu sevdi, aldı. Onunla yattı ve dileğini aldı. (Kız) gebe kaldı. Günler ve gecelerden sonra (gözleri) parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Bi-rincisine Gök adını koydular; ikincisine Dağ adını koydular; üçüncüsüne Dengiz (Deniz) adını koy-dular. [4] ” Oğuz kağan’ın karılarının doğum yaparken gözünün parlaması da hayli ilginçtir. Bu şekilde Kağan’ın çocukları da kutsal sayılacaktır. Şüphesiz destanlardaki kağanların çocuklarının da kutsal olmasının,  hanedanın devam etmesine olumlu katkısı olacaktır. Tanrı kendi elleriyle evlendirdiği Oğuz kağanı savaşlarında da yalnız bırakmayacak ona bir yol gösterici (kurt) yollayarak ona dolaylı yoldan yardımcı olacaktır. “ Sol yanında Urum adında bir kağan vardı. Bu kağanın askeri ve şehirleri pek çoktu. Bu Urum Kağan Oğuz Kağanın emirlerini dinlemezdi. Onun arkasından gitmezdi. Ben onun sözünü tutmam di-yerek emrine bakmadı. Oğuz Kağan gazaba gelerek onun üzerine yürümek istedi; bayrağını açarak, askeriyle ona karşı yürüdü. Kırk gün sonra Buz Dağ adında bir dağın ete-ğine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı. Bu kurt Oğuz Kağana hitap etti ve: Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; ey Oğuz, ben senin önünde yürümek istiyorum dedi. Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını durdurdu ve gitti. Gördü ki, askerin önünde gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümektedir ve kurdun ardı sıra ordu gelmektedir.” Kurt Oğuz Kağan’ın yaptığı seferlerde onu yalnız bırakmayacak ve sıksık yol gösterici figür olarak ortaya çıkacaktır. “Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan yine gök tüylü ve gök yeleli erkek kurdu gördü. O kurt Oğuz Kağana: Şimdi, Oğuz, sen asker ile buradan yürüyerek, halkı ve beyleri götür; ben önden sana yol gösteririm dedi. Tan ağarınca, Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt askerin önünde yürümektedir; sevindi ve ilerledi.”
Tanrı oğuz kağana savaşlarda da yardım ettikten sonra. Oğuz Kağan’ın hükümdarlığının devam edebilmesi ve yeryüzünde geriye kalan son işlerini halledebilmesi için, Uluğ Türük’ e bir rüya gösterecektir. Zira Uluğ Türük’de bu rüyanın kendisine Tanrı tarafından gösterildiğini söyler. “Yine söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağanın yanında ak sakallı, kır saçlı, uzun, tecrübeli bir ihtiyar vardı. O, anlayışlı ve asil bir adamdı. Oğuz Kağanın nazırı idi. Adı Uluğ Türük idi. Günlerden bir gün uykuda bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu altm yay gün doğusundan ta gün batısına kadar ulaşmıştı ve üç gümüş ok da şimale doğru gidiyordu. Uykudan uyanınca düşte gördüğünü Oğuz Kağana anlattı ve dedi ki: Ey ka-ğanım, senin ömrün hoş olsun, ey kağanım, senin hayatın hoş olsun. Gök Tanrı düşümde verdiğini hakikate çıkarsın. Tanrı bütün dünyayı senin uru-ğuna bağışlasın! Oğuz Kağan Uluğ Türük'ün sözünü beğendi; onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne göre yaptı. Ondan sonra sabah olunca büyük ve küçük oğul-larını çağırttı ve: Benim gönlüm avlanmak istiyor. İhtiyar olduğum için benim artık cesaretim yoktur; Gün, Ay ve Yıldız, doğu tarafına sizler gidin; Gök, Dağ ve Deniz, sizler de batı tarafına gidin dedi.”
Destan’ın sonunda Oğuz Kağan’ın oğullarına öğüdü kendisinin Tanrı’yla olan bağı hakkında bilgiler vermektedir. “Ey oğullarım, ben çok aştım; çok vuruşmalar gördüm; çok kargı ve çok ok attım; atla çok yü-rüdüm; düşmanları ağlattım; dostlarımı gül-dürdüm. Ben Gök Tanrıya (borcumu) ödedim. Şimdi yurdumu size veriyorum dedi....” Anlaşılan Oğuz Kağan Tanrı’nın kendisine yaptığı bunca yardımdan sonra kendisini O’na borçlu hissetmektedir ve en sonunda borcunu ödediğini söyler.
Gılgamış’ın da Tanrı’yla daha doğrusu Tanrı’larla yakın bir ilişkisi vardır. Zira kendisi üçte iki Tanrıdır. Kendisini Tanrılar özenerek yaratmışlardır. Bir anlamda Gılgamış’ın hükümdarı olduğu halk için, O’nu bir kurtarıcı olarak dizayn etmişlerdir. “Ulu Tanrı Gılgamış’ı en yetkin hale soktu.
Bütün tanrılar, ona en iyi erdemleri vermek için birbirleriyle yarış ettiler.
Güneş Tanrısı ona, erdemin en yükseğini,
Yeraltındaki Tatlı Su Okyanusunun Tanrısı Ea, bilgeliği bağışladı
Büyük tanrılar Gılgamış’ı şu ölçüde yarattılar:
Boyunun uzunluğu on bir endaze, Göğsünün genişliği dokuz karış,
Adımlarının genişliği …… idi. Sakalı yanaklarından aşağı uzamıştı.
Güzel bıyıkları vardı. Başındaki saçlar gürdü.
Bedeni her bakımdan ölçülüydü.
Onda üçte iki tanrılık, üçte bir insanlık vardı.
Gövdesi pek iriydi.
 Geçmişten bu yana insanların Tanrı’larla olan ilişkisi onlara kurbanlar ve hediyeler sunmak şeklinde olmuştur. Söz konusu kişi hükümdar olunca o kişinin tanrıyla iletişim şekli de onun adına tapınak yaptırmak olacaktır. “İştar’ın oturduğu E-anna tapınağına yaklaş! Sonradan gelen hiçbir kral onun eşini yapmadı.” Gökyüzünden yeryüzüne gönderilme figürü burada da kendine yer bulur. “Biliyor musun oğlum, Gılgamış Uruk’ta oturuyor.
Onu yenecek kimse yoktur. Gökten inen yoğun cevhere benzer.”
Engidu’nun Gılgamış’a söylediği şu sözler Gılgamış’ın niteliğini ve yeryüzündeki misyonunu özetler niteliktedir. “Gılgamış göğsünü çeker çekmez, Engidu ona, Gılgamış’a dedi:
“Anan olan, ağılın yabanıl ineği, Tanrıça Ninsun (36),
Seni bir tane doğurdu.
Başın adamların tepesini aşmıştır!
Enlil senin alnına insanların krallığını yazmıştır!
Gücün evrenin beylerinden üstündür.”
Kendisini yaratan Tanrı’lar ona insanların krallığı rolünü biçmiş ve onu mücadelelerinde korumayı unutmamıştır. ““Yürü Gılgamış, işin uğurlu olsun! Koruyucu tanrın yanında gitsin!
O seni başarıya erdirsin!” Gılgamış’a Humbaba’ya karşı galip geleceği rüyasında gösterilmiştir. Buna benzer bir rüyayı Oğuz Kağan Destanı’nda Uluğ Türük’de görmüştü. “Engidu, arkadaş, ben bir düş gördüm…
Sen beni uykumdan tedirgin ettin?
Ben niçin uyanığım?
Birinci düşümün üstüne, ikinci düşüm göründü;
Derin dağ diplerinde duruyorduk, hemen dağ devrildi…
Beni yere yıktı. Dağ ayaklarımı yakaladı ve onları bırakmadı.
Biz onun karşısında küçük saz sinekleri gibi kaldık…
Öyle aydınlıktı ki!
Bana bir adam göründü. Ülkede en güzel oydu. Pek güzeldi.
O beni dağın altından çekti, bana su içirdi. (54)
Yüreğim ferahladı. Ayaklarımı yere değdirdi.”
Kırda doğan Engidu, arkadaşına dedi, Engidu düşü yordu.
“Arkadaş, düşün güzeldir, pek iyi bir düştür.
Arkadaş, gördüğün dağ Humbaba’dır. Humbaba’yı yakalayacağız;
Onu öldüreceğiz ve ölüsünü dışarı tarlaya atacağız.
Yarın her şey sona erecek!”
Humbabayla savaşı sırasında Tanrı Şamaş, Gılgamış’ı yalnız bırakmamış ona öğütlerde bulunmuştur. “O, eliyle baltayı yakaladı… bir tane de nacakları vardı.
Engidu onu eline aldı ve katranları devirdi;
Ama Humbaba gürültüyü duyunca öfkelendi:
“Kimdir o, dağlarımın çocukları olan ağaçların ırzına geçen?
Kimdir o, katranı deviren?”
Bunun üzerine göksel Şamaş, gökten onlara seslendi:
‘İleri gidin, korkmayın!’“ Sonunda Gılgamış bu mücadeleden galip ayrılır.
            Gılgamış’ın Tanrı’larla olan münasebeti o denli içli dışlıdır ki. Tanrıça İştar O’na aşık olmuştur. Lakin Gılgamış onun aşkına karşılık vermez ve bunun sonucunda bu tanrıçayla çeşitli mücadelelere girmek zorunda kalır. Son olarak Gılgamış’ın ölümsüzlük sırrını aramaya çıktığı yolculukta akrep bekçilerle karşılaştığı, onun üçte iki Tanrı olduğunu gösteren bölümü göstererek yazımı sonlandırmak istiyorum. “Akrep Adam karısına seslendi:
“Buraya, bize gelenin vücudu tanrı etinden midir?”
Akrep Adam’ın karısı ona yanıt verdi:
“Onda üçte iki tanrılık, üçte bir insanlık vardır!”
Akrep Adam, insan yüzlü, tanrıların çocuğuna seslenip şu sözleri söyledi: “


                                                                                                                  


[1] Behçet Necatigil, 100 Soruda Mitologya( İstanbul: Simurg Kitabevi,1978),7.
[2] M. Monier-Williams, A Sanskrit English Dictionary,
Motilal Banarsidass Publishers, 13. Baskı, India, 1995, s. 99
[3]  Bu ışık haznesiyle iniş sahnesi halen modern dünyadaki sinema sektöründe kullanılmaktadır. Örneğin “ Terminator” serisinin başlangıç sahneleri hep böyledir. Hatta araştırmacılar için  modern sinemadaki hatta sinemayla yetinmeyip modern sanattaki destanlara ait figürler ilginç bir konu olabilir.
[4]  Oğuz Kağan!ın altı çocuğu vardır ve altısı da erkektir.  O zamanki Türk toplumu her ne kadar anaerkil olsa da. Oğuz Kağan’ın gücünün sembolü olan bu altı erkek çocuğun, şuan ki erkek adamın erkek çocuğu olur algısıyla ilişkilendirebileceği kanısına sahibim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder