26 Kasım 2011 Cumartesi

KÖROĞLU VE ROBIN HOOD HİKAYELERİNİN MUKAYESESİ


            Bu çalışmamda Köroğlu Hikayeleri ile Robin Hood Hikayesi arasındaki benzerlik ve farklılıklara değineceğim. Her ne kadar birisi Türk Halk Hikayesi diğeri ise İngiliz Halk Hikayesi olsa da ikisi arasında ciddi benzerlikler mevcuttur. Ben mukayeseye başlamadan önce iki halk hikayesi arasındaki temel benzerlik olan eşkıyalık kurumu, halkın bu kuruma bakışı ve eşkıyalık kültürünün edebiyattaki yansıması hakkında bilgi vermek istiyorum.
Avrupa, Amerika ve Asya ülkelerindeki haydutluk kurumu üzerine bir araştırma yapmış olan İngiliz tarihçisi EJ. Hobsbawm Bandit adlı kitabında haydutları bir kaç kategoriye ayırmış ve bu kategorilerin özelliklerini saptamıştır. Hobsbawm'u ilgilendiren, sıradan kanun kaçakları, katiller, hırsızlar değil, yasalara göre suçlu oldukları halde halkın gözünde suçsuz hatta kahraman sayılan, "toplumsal" dediği haydutlardır. Hobsbavvm bu toplumsal haydutlara, yaptığı kategorilendirmede "soylu eşkıya" adını verir. Bunlar, köylülerin baskı altında ezildiği, sömürüldüğü kırsal kesimde, zalim yöneticilere karşı baş kaldırmış ve adalet istemiş haydutlardır. Çeşitli ülkelerin hikâyelerinde, şiirlerinde, romanlarında görülen bu tip haydutun ortak özelliklerini dokuz maddede toplar Hobsbavvm. Bu dokuz maddeyi şöyle özetleyebiliriz:
1) Soylu eşkıya bir suç işlediği için dağa çıkmaz, bir haksızlığa uğradığı
için dağa çıkar ve eşkıya olur.
2) Yapılan haksızlıkları düzeltir.
3) Zenginden alıp fakire verir.
4) Ancak kendini savunmak ya da, haklı olmak koşuluyla öç almak için
adam öldürür.
5) Eğer yaşarsa halkının arasına, toplumun saygın bir üyesi olarak döner.
6) Halk kendisine hayrandır ve onu destekler.
7) Ancak ihanet sonucu ölür, çünkü dürüst hiç bir insan onu ihbar etmez.
8) Hiç değilse teorik olarak görünmezdir ve yenilgiye uğratılmaz.
9) Kralın ya da imparatorun düşmanı değildir, çünkü onlar adaletin
kaynağıdır. Soylu eşkıyanın düşmanı, bölgesindeki mütegallibedir (halka
zulmeden toprak sahipleri, derebeyleri).[1]
            Yukarda da belirtildiği gibi herne kadar söz konusu kişi bir eşkıya da olsa halkın onlara bakış açısı her zaman olumsuz değildir. Öyle ki EJ. Hobsbawm kitabında halkın bu eşkıyalara kendisini zalim derebeylerinden, ağalardan koruduğu, onların hakkını savunduğu için duyduğu hayranlıktan bahseder ve bu kişileri soylu eşkıya yaptıkları faaliyetleri de soylu eşkıyalık faaliyetleri olarak nitelendirir. Halkın bu tür eşkıyaları benimsemesi aynı eşkıyaların halk hikayelerinde farklı farklı maceralarla karşımıza çıkmasına neden olmuştur. Bu açıdan baktığımızda tarihte yaşanmış yahut yaşandığı rivayet edilen fakat daha az önemli olması gibi unutulmaya yüz tutmuş kahramanlık hikayeleri bir şekilde Köroğlu Hikayeleri’ne monte edilmiştir. Bu hikayelerin kahramanları varlıklarını ikincil karakter olarak devam ettirirler. Nitekim Türk Halk Edebiyatı’nda kahramanlık konulu klasik halk hikayeleri hususunda hakkında yapılan sınıflandırma:
A: Köroğlu Hikayeleri
B: Diğerleri
       a= Köroğlu dairesi
        b= Diğerleri
şeklindedir. Köroğlu hikayeleri hakkında hiçbir şey bilmesek dahi bu sınıflandırma bize Köroğlu adı altında soylu haydutluk kurumunun, Türk yazılı, sözlü geleneğindeki konumu hakkında bilgi verebilir. Benzer bir durum Robin Hoood için dahi söz konusudur. Robin Hood hikayelerinde kahraman kimi zaman şerife, kimi zaman, kimi zaman Prens John, kimi zamansa aslan yürekli Richard’a düşmandır. O’nu bazense haçlı savaşlarında görürüz.
            İki eşkıyanın da kendi halkları arasında olumlu karşılanan kahramanlar olduğunu belirttikten sonra eşkıyalığa başlama nedenlerindeki benzerliği belirtmek istiyorum. EJ. Hobsbawm’ın yapmış olduğu dokuz maddelik soylu eşkıya tanımının dördüncü maddesi bu kişilerin bilerek ve istiyerek adam öldürmediklerinden, işledikleri cinayetleri ya haklı olarak öç almak için yahutsa kendilerini savunmak için yaptıklarından bahseder. Köroğlu’nun  Bolu Beyi’ne karşı başlattı mücadelenin temelinde babasının öcünü alma düşüncesi yatar. Zira Bolu Bey’i seyisi olan Köroğlu’nun babasından kendi namına yakışır bir at istemiş, Köroğlu’nun babası ise Bolu Beyi’ne gelecek vaat ettiğini düşündüğü lakin mevcut durumda cılız bir at bulur. Doğal olarak Bolu Beyi bu attan hoşlanmaz ve Seyis Yusuf’u cezalandırmak için gözlerine mil çektirir. Seyis Yusuf bu cezalandırma işleminden sonra kör olduğu için oğlu da doğal olarak Köroğlu olarak anılacaktır. Köroğlu babasının intikamını alabilmek için yanına topladığı adamlarla zengin tüccarların, ticaret kervanlarının yolunu keser, haraç alır. Aldığı haraçları fakir halka dağıtır. Dolaysıyla halkın sempatisini kazanır, bölgede nam salar ve Bolu Beyi’nin otoritesini zedeler.

Robin Hood’un eşkıyalığa başlama süreci ise şu şekilde gelişmiştir. Nottingham Şerifi’nin düzenlemiş olduğu bir okçuluk yarışmasına katılmak için ormandan geçerken, ormancılar kendisine laf atarlar ve aralarında çıkan hır gür sonucu, Robin hood bir ormancıyı oklayarak öldürmek zorunda kalır. Yaptığı işe çok pişman olmuştur amma, iş işten geçmiştir. Ölen ormancı, Nottingam Şerifi’nin akrabası olduğu için, Şerif Robin Hood’un yakalanması işine Özel bir İlgi gösterir. Robin, bir yıl boyunca Shenvood ormanına saklanır ve çevresine, çeşitli sebeplerden dolayı, büyük bir çoğunluğu haksızlığa uğradığı için, kanun kaçağı durumunda olan kişileri toplar. Sayıları kısa zamanda yüzü geçen bu insanlar, Robin Hood’u kendilerine lider seçerler ve bundan böyle, kendilerini soyanları soymaya yemin ederler. Adaleletsiz vergiler, toprak kiralan ya da haksız cezalarla zorla yoksulların parasına alan herkesin parasına alacaklar; ihtiyacı olanlara da yardım eli uzatacaklardır. Bunun yanı sıra, hiçbir ço­cuğa zara vermemeye, hiçbir kadına kötülük etmemeye ant içerler. Doğal olarak Robin Hood’da bölge halkı tarafından benimsenecek destek göreceklerdir. Bu açıdan baktığımızda her iki kahraman da soylu eşkıya niteliği göstermektedir.

Kaynakça

Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış. İstanbul: İletişim Yayınları.





[1] Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış(İstanbul: İletişim yayınları),80.

30 Ekim 2011 Pazar

Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ndeki toplumsal travma göndermeleri


Günümüz Türkiye’sinin Batılılaşma süreci çok sancılı geçmiştir. Resmi olarak Tanzimat’la başlayan fakat Tanzimat’ın da öncesine dayandırılabilecek bu süreç halen tam anlamıyla tamamlanmış değildir. Osmanlı döneminde bazı kurumlarıyla yarım yamalak batılılaşmaya başlayan bu süreç ilk defa Cumhuriyet Türkiye’sinde sistematik hale getirilecektir. Fakat bu batılılaşmayı sistematik hale getirme çabaları zaman zaman trajikomik vakalara neden olacaktır, öyle ki Cumhuriyet ideolojisi eskiye ve doğuya ait ne varsa dışlarken yeni ve batıya ait olan ne varsa sorgulama mekanizmasından geçirmeksizin  bünyesine almaya çalışır. Bu durumun doğal sonucu olarak da Türk toplumu üzerinde devrimleri sindirememiş olmanın vermiş olduğu bocalama evresini gözlemlemek mümkündür. Zira bu devrimler Türk halkı üzerinde süt emme evresinde olan bebeğe kebap yedirmeye çalışma etkisi yaratmıştır.
Batılılaşmak adı altında Türkiye’de öyle şeyler yapılmıştır ki bu dönem gayet trajikomiktir. Örneğin bir dönem Arapça ezan ve Türk Sanat Musikisi yasaklanmıştır. Murat Özyıldırım bu batılılaşma süreci hakkında şunları söyleyecektir.
“Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte yeni yönetim, geri kalmışlığın, yenilmişliğin, parçalanmışlığın nedeni olarak topluma sunduğu Osmanlı geleneğine ait gördüğü her şeyden uzaklaşmaya çabalar. Yöneticiler, ‘geri kalmışlığa’ ait görünen her şeyin değiştirilmesine yönelik bütün çabaları – bazen toplumun değerlerini bir kenara iterek- göstermekten çekinmez. Bu hareketin en genel ifadesi ‘ Batılılaşma’ sözcüğüne yüklenen anlamlarda gizlidir. Ancak ilerleyen zaman, bazı uygulamalara verilecek adın bu terimin ötesine geçtiğini trajikomik örneklerle gösterecektir. İşte Arap filmlerinin Türkiye’de Türkçe gösteriminin hikayesi, bu garipliklerden biridir. Arap filmlerine getirilen Arapça gösterim yasağından kısa bir süre önce, Türkiye radyolarında yaklaşık üç yıl süreyle Türk Sanat Musikisi eserlerinin çalınması yasaklanır. Türkiye’de 2 Kasım 1934’de aynı zamanda CHP genel sekreteri olan, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya bir genelge yayınlayarak bu uygulamaya geçilmesine neden olur. Böylece 1927 yılından beri Türkiye radyolarında çalınmakta olan Türk Musikisi yayını ortadan kalkar. Yüzlerce yıllık geçmişin birikimini içinde barındıran bu saygın musiki değişim geçiren yeni devletin bazı yöneticileri için eskinin yüz çevrilecek mirasından başka bir şey değildir.”[1]
Türkiye Cumhuriyeti bir devrimin meyvesidir fakat bu devrimin niteliği yıllardır, gerçekleştiği yıllardan başlanarak, tartışılagelmiştir. Kimi muhalif  liderler ve Halide Edip gibi muharrirler devrimin tepeden inme, keskin bir devrimden ziyade halkın benimseyebileceği evrimsel bir devrim olması gerektiğini savunurken, Cumhuriyet ideologları ve Yakup Kadri gibi yazarlar bu devrimin ancak ve ancak taviz verilmeksizin, doğuya ve eskiye ait ne varsa reddedilerek başarıya ulaşabileceğini savunur. Ahmet Hamdi Tanpınar da  Saatleri Ayarlama Enstitüsü  adlı romanında doğu ile batı, eski ile yeni arasında kalmış Türk insanının bocalama süreci içerisindeki komik hallerini, çıkar çatışmalarını, hurafelerini, kavgalarını, korkularını absürt bir olay örgüsü yoluyla yansıtmıştır. Bu bakımdan Tanpınar’ın bakış açısı evrimsel devrimcilerin bakış açısına daha yakındır ve bu romanı tepeden inme devrime karşı bir eleştiri olarak nitelendirebiliriz. Tanpınar’ın “ Saatleri Ayarlama Enstitüsü” adlı romanında esas vurgulamak istediği düşünce Cumhuriyet Türkiyesi’nin batılılaşma sürecinin Türk halkı üzerinde yarattığı travmatik  etkidir.
Tanpınar Türk halkının maruz kaldığı bu travmatik süreci romanın başkahramanı olan Hayri İrdal aracılığıyla yansıtır.  Mehmet Kaplan donmuş bir hayat şekli  olarak nitelendirdiği bu batılılaşma sürecini, Hayri İrdal’ın hayatını merkeze oturtmak suretiyle, üç kısma ayırmıştır.
“ Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, bu sürenin içinde bir ada gibi donmuş kalmış, veya onun dışına çıkmak için delice çırpınan insanları ve çevrelerini yansıtmaya çalışıyor. Bu donmuş veya parçalanan bir saat gibi çığrından çıkmış olan zamanın esas kahramanı, Türk cemiyetidir. Yazarın asıl gayesi, Türk cemiyetinin son elli yıl zarfında, nasıl donmuş bir hayat şekliyle onu gülünç bir şekilde aşmak isteyişini anlatmaktadır. Eser, buna göre başlıca iki veya aradaki geçiş devrini de hesaba katarsak, üç kısma ayrılmıştır”[2]
Mehmet kaplanın sözünü ettiği bu üç kısım İrdal’ın çocukluk kısmına rastlayan istibdat devri, askerden dönmesine ve evlenmesine denk gelen Birinci Cihan Harbi sonrası geçiş devresi ve son olarak enstitünün kurulmasına rastlayan Cumhuriyet sonrası Türkiye’dir. Bu her üç dönemin de kendilerine özgü nitelikleri olmakla birlikte ortak olan özelliği Türk cemiyetini köklü ve sarsıcı bir şekilde etkiliyor olmalarıdır.
 Batılılaşma sürecinin Türk cemiyeti üzererindeki etki o denli güçlüdür ki insanlar kurtuluşu hakikat denen şeyden kurtulmakta arayacaktır. Bu kurtulma çabasını baş kahramanımız olan Hayri İrdal’ın çocukluğunun vazgeçilmez parçaları olan Seyyid Lutfullah, Abdüsselam Bey ve Aristidi Efendi hakkındaki düşüncelerinden daha iyi anlayabiliriz. “ Hakikatte bütün bu insanlar hakikat denen duvarın ötesine geçmek için birer delik bulmuş yaşıyorlardı….. Onlar için ‘imkan’ denen şeyin hududu yoktu.”[3] Romanın ilk bölümü fakir ve gelenekçi bir aileden gelen Hayri İrdal’ın çocukluğunu anlatır. Romanda olay örgüsü temel olarak doğrusal olmakla birlikte, romanın ilk sayfasından itibaren Tanpınar, Hayri İrdal’ a hayatını kronolojik olarak anlattırmamış, İrdal’ın ağzından geleceğe yönelik göndermelerde bulunmak suretiyle romanında postmodernist öğelere yer vermiştir. İrdal’ın çocukluğunun vazgeçilmez parçalarını kişiler ve mekanlar olarak iki guruba ayırabiliriz. Kişilerden başlamak gerekirse Seyyid Lutfullah hayal alemiyle gerçek alemi birbirine karıştıran üstelik bu hayallerine diğer insanları da inandırıp onları peşinden sürükleyen yarı mecnun birisidir. Seyyid Lutfullah bu kişiliğiyle değişime ayak uyduramayıp kendisini hayal alemine kaptırmış Türk cemiyetiyle ilişkilendirilebilir. Abdüsselam Bey ise adeta bir imparatorluktur. Köşlünde her milletten kısım ve akrabasını barındıran ve bununla mutlu olan zengin bir aristokrattır. Fakat Abdüsselam Bey’in ilerde mali sorunlar yaşayacak olması köşkünün bir imparatorluk misali dağılmasına neden olacaktır. Nuri Efendi, İrdal’ın ustasıdır. İrdal saatçiliği ondan öğrenecektir. Nuri Efendi mesleğini seven ve onu hakkıyla yerine getiren biridir. Ona göre ssatler de insan gibi bir ruha sahiptir ve saat tamir edilirken usta saate bir demir yığınına yaklaşıyormuş gibi değil de, doktorun hastasına yaklaştığı gibi yaklaşmalıdır. Mekanlara gelince, İrdal’ın dedesinin başı zamanında derde girer ve başını bu dertten kurtardığı taktirde cami yaptırmayı vaat eder. Kurtulur da fakat caminin içinin eşyalarını almasına rağmen binasını bir türlü yaptıramaz ve binayı tamamlamasını oğluna vasiyet eder. İrdal ve ailesi bu vasiyeti yerine getirebilmek için içinde cami eşyalarının bulunduğu bir evde yaşayacaklardır bu eşyalar arasında özellikle Mübarak isimli saatin İrdal üstünde büyük etkisi olacaktır. Dedesinin vasiyetine gelince, İrdalın babası bu konuda muvaffak olamamıştır. İrdal’ın bahtsızlığı[4] batılılışma gibi gayet sancılı bir sürecin tam ortasında dünyaya gelmiş olmasıdır. Zira etrafındaki bütün insanlar zamandan ve hayattan kopmuş kendi dünyalarında yaşayan biçare insanlardır ve zamanla İrdal’da onlardan birisi olacaktır. “ Zaman zaman onların kılıklarına girdim, mizaçlarını benimsedim. Hiç farkında olmadan bazen Nuri Efendi, bazen Lutfullah veya Abdüsselam Bey oldum.”[5]
İrdal, fakirlikle bir yandan da maceralarla geçen çocukluk yıllarının ardından gençliğinde de bu fakirlik denen illetten kurtulamamıştır. Taki velinimeti olarak nitelendirdiği Halit Ayarcı ile karşılaşana dek. Halit Ayarcı ile Hayri İrdal’ın karşılaşmasıyla, Türk Cemiyeti’nin Cumhuriyet devrimleriyle karşılaşmaları arasında bir benzerlik vardır. Şöyle ki her iki karşılaşma da  bir dönüm noktası niteliğindedir ve her ikisinde de yeniye bir türlü adapte olamamanın ve geçmişi tamamıyla silip atamamış olmanın yarattığı travma söz konusudur. Berna Moran’da bu iki karşılaşma arasında bir benzerlik kurar ve O’na göre Tanpınar bu benzerliği hiciv için kurgulamıştır.
“ İrdal Tamamıyla işsiz ve yoksulluk içindeyken Ayarcı’ya rastlar ve yaşamında yeni bir dönem açılır. Herkesin horladığı, aşagıladığı İrdal, ‘ Sabaha Doğru’ başlığını taşıyan ikinci bölümde Ayarcı’nın kurduğu Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde önemki bir mevkiye getirilince rahata, paraya, üne kavuşur. Bu, hiç kuşkusuz Cumhuriyet döneminin geçmişle bağlarını kopararak yeni bir Türk toplumu yaratmak çabasında düştüğü hataların hicvine ayrılmış olan kısımdır. Bu dönemin özelliği eski ile yeniyi bir arada yaşamak yerine eskiye tamamiyle atıp yeniye sarılmaktır.”[6].
İrdal’ın, yeni hayatına geçerken geçmişi bir türlü silip atamamasının yarattığı travmayı bize Hayri İrdal’ın şu cümlesi çok iyi özetliyor. “ Çünkü siz de anladınız ya, o zamanlar ben bütün hayatını sırtında bir kambur gibi gezdiren o biçare insanlardandım.”[7] Nasıl ki Hayri İrdal, geçmişini, sırtında taşımak zorunda olduğu bir kambur olarak görüyorsa, Cumhuriyet ideolojisi de geçmişini bir kambur olarak görmektedir ve Türk toplumu da bunun travmasını yaşar.
İrdal, Ayarcı’yla tanıştığında askerliğini yapmış, evlenip Ahmet ve Zehra adında iki çocuğu olmuş fakat karısını kaybettikten sonra bir daha evlenmiş fakat bir ekonomik durumunu düzeltmiş ne de yeni eşiyle mutluluğu yakalayabilmiştir. İrdal’ın yeni karısı da çevresindeki herkes gibi hayalci kendisini ve kocasını Hollywood yıldızları sanmaktadır. İrdal’ın yeni karısı, Kocasının girdiği ekonomik darboğazda ona destek olmak yerine onu bir türlü doymak bilmeyen kardeşlerini eve almaya zorlamıştır üstelik kocasının ilk karısından olma çocuklarına da iyi davranmamaktadır.İrdal Bir de bu süreçte çevresi tarafından deli damgası yemiş bu yüzden Doktor Ramiz adında her şeyi Freud’a göre açıklayan birisi tarafından psikolojik tedavi görmüştür. Daha sonra yine aynı kişi tarafından Halit Ayarcı’yla tanıştırılır ve hayatı değişir. Fakirlikten kurtulup etrafında saygı görmeye başlayan Hayri İrdal’ın yaptığı en büyük icraat, Halit Ayarcı’yla birlikte Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü kurmaktır. Peki nedir Saatleri Ayarlama Enstitüsü ?  Saatleri Ayarlama Enstitüsü tüm yurttaki ayarı bozuk saatleri ayarlamakla yükümlü bir kuruluştur. Bu sayede memleketteki bütün saatler aynı ayarda olacak ve zamansal farklılıklardan kaynaklanan enerji, güç, para ve vakit kaybının önüne geçilmiş olacaktır. Bu kurumun fikir babası Halit Ayarcı’dır. Ayarcı girişimci kişiliği sayesinde bürokrasinin ufuksuz ve çıkarcı insanların eline geçmesinden kaynaklanan laçkalaşmışlıktan da faydalanarak bu enstitüyü kurmayı başarmış, enstitünün personellerini ise vasıfsız olmalarına rağmen kendisinin ve ortağı olan Hayri İrdal’ın çevresinden seçmiştir. Enstitü zamanla tüm yurda yayılır hatta yurt dışından uzmanlar bile bu kurumu incelemeye gelir. Enstitü, sadece saatleri ayarlama misyonuyla kalmamış, saatçilikle ilgili İrdal’ın kaleminden düzmece kitaplar basmış, galalar, toplantılar düzenlemiş, yüksek maliyetine rağmen modern enstitü binasını kurmuş üstelik çalışanlarının konut ihtiyacını karşılamak için site dahi oluşturmuştur. Lakin İrdal batının temsilcisi olan bu enstitünün  kurucularından  olmasına rağmen onu bir türlü tam olarak benimseyememiştir. Tıpkı Türk cemiyetinin devrimleri benimsemekte zorluk yaşadığı gibi. Batılaşma süreci Türk toplumu arasında ciddi manada, çok az kişi tarafından kavranabilmiştir. Geriye kalanlar ya onu bir türlü benimseyemiyor yahut da menfaatleri uğruna benimsemiş gibi görünüyorlardı. Çıkarlarına ters düşen bir yenilik söz konusu olduğunda ise onu şiddetle reddediyorlardı. Bu insanların yeniliğe karşı aldığı tavrı İrdal ve Ayarcı arasında Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kapatılmasına yakın, geçen şu konuşmadan anlayabiliriz.
 “- Nasıl olur? Diyordu, nasıl olur? Dünyanın en modern müessesinde, en mükemmel ve yeni şartlar altında bu kadar yenilik içinde çalşan bu insanlar bu işi nasıl anlamazlar? O halde enstitüde ne işleri var? Niçin yeni binayı alkışladılar? Niçin bizi tebrik ettiler? Demek yalan söylüyorlar!... Ben Halit Ayarcı’ya vaziyeti anlatmaya çalışıyordum.- Hayır, yalan söylemiyorlar, diyordum.İkisinde de samimi idiler. Yeniliği kendilerine ucu dokunmamak kaydıyla seviyorlardı. Hala da o şartla severler. Fakat hayatlarında emniyetli ve sağlam olmayı tercih ediyorlar.”[8]
İşte bu diyalog doğulu kalamamanın fakat aynı zamanda batılılaşamamanın Türk cemiyeti üzerindeki travmatik etkilerini gözler önüne sergiler niteliktedir.
            Enstitü sonunda kapatılacaktır ve bunun iki sebebi vardır. Birincisi enstitünün fikir babası olan Halit Ayarcı’yı gerek enstitü çalışanlarının gerekse Hayri İrdal’ın bu enstitüden soğutmaları, ikinci nedeni ise Amerika’lı bir yetkilinin enstitü hakkında olumsuz rapor vermesi ve enstitünün işlevsiz bir kurum olmasından dolayı belli çevrelerin tepkisini çekmesidir. Zira İrdal’ın oğlu Ahmet’de enstitüye karşıdır. O ilerlemenin bu tür gereksiz bir kurumla olmayacağının farkındadır. Bu yüzden kendisinin enstitüde prestijli bir mevki edinme şansı varken bunu reddeder ve yatılı olarak tahsiline devam eder. Bu yönüyle Ahmet, Nuri Efendi’yle birlikte romanın iki ideal karakterinden biridir. Birisi eskiyi, diğeri de yeniyi temsil ediyor olmasına rağmen ikisi de çevresinin aksine hayalcilikten ve değişimin neden olduğu travmadan uzak karakterlerdir. Halit Ayarcı enstitüyü kapattıktan sonra ortalıkta daha seyrek görünecek ve İrdal’la son buluşmalarında enstitü çalışanlarının ortada kalmaması için bu çalışanları enstitünün kapanma işlemlerinin gerçekleşmesi için kurulan komisyonda görevlendirdiğini açıkladıktan sonra ortalıktan kaybolmuş ve daha sonra trafik kazası geçirmiştir. Bu süreçte Ayarcı’nın İrdal’a olan bakış açısı değişecek, ona artık bir yabancı gibi davranacaktır.



Sonuç olarak, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanı Türk toplumunun batılılaşma sürecine ışık tutması açısından önemli bir eserdir. Tanpınar bu sürece ışık tutarken özellikle toplumun yaşadığı değer karmaşasını vurgulamıştır. Başka bir açıdan baktığımızda ise Saatleri Ayarlama Enstitüsü  toplumun yaşadığı değer karmaşasını vurgulamakla kalmamış, doğu-batı sorunsalı hakkında o zamana kadar yazılmış olan edebi eserler arasında kendine özgün bir yer edinmiştir. Zira o ne doğuyu dışlayıp batıyı savunmuş ne de batıyı dışlayıp doğuyu savunmuştur. Onun medeniyet anlayışına göre biz hem doğudan hem de batıdan kendi gerçeklerimize uygun unsurları alarak özgün medeniyetimizi inşa edebiliriz.
o    KAYNAKÇA 
o    1. Moran, Berna. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü.” Bir Gül Bu Karanlıklarda içinde , hazırlayanlar Abdullah Uçman ve Handan İnci. İstanbul: Kitabevi 165, 2002.
2. Kaplan, Mehmet. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü.” Bir Gül Bu Karanlıklarda içinde, hazırlayanlar Abdullah Uçman ve Handan İnci. İstanbul: Kitabevi 165, 2002.
3. Tanpınar, Ahmet Hamdi. Saatleri Ayarlama Enstitüsü. İstanbul: Dergâh Yayınları, 2010.
o    4. Özyıldırım, Murat “Türkiye’nin Batılılaşma Süreci ve Mısır Filmlerine Getirilen Arapça Yasağı” EskiYeni Dergisi, 1 agustos 2008, , http://www.ummugulsum.com/eskiyeni-dergisinde-misir-filmleri( 1 Haziran 2011).



[1] Murat Özyıldırım, “ Türkiye’nin Batılılaşma Süreci ve Mısır Filmlerine Getirilen Arapça Yasağı,” EskiYeni Dergisi, 1 Ağustos 2008, http://www.ummugulsum.com/eskiyeni-dergisinde-misir-filmleri(1 Haziran 2011).
[2]  Mehmet Kaplan, ‘‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü,’’ Bir Gül Bu Karanlıklarda içinde, haz. Abdullah Uçman ve Handan İnci (İstanbul: Kitabevi 165 Y, 2002), 121.

[3]  Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü (İstanbul, Dergah Yayınları, 2010), s.42.

[4]  Vurgu bana aittir.
[5] Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü (İstanbul, Dergah Yayınları, 2010), s.51.

[6] Berna Moran, ‘‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü,’’ Bir Gül Bu Karanlıklarda içinde, haz. Abdullah Uçman ve Handan İnci (İstanbul: Kitabevi 165 Y, 2002), 274.

[7] Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü (İstanbul, Dergah Yayınları, 2010), s.204.

[8] Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü (İstanbul, Dergah Yayınları, 2010), s.361.

Oğuz Kağan ve Gılgamış Destanlarında kahramanların Tanrı ile olan ilişkileri


            Bilindiği üzere destanlarda esas kahraman hiçbir zaman sıradan bir kişi değildir. Bu kahraman kimi zaman yarı Tanrı, kimi zaman üçte iki Tanrı, kimi zaman Tanrı ve Tanrıça’nın oğludur. Bazense bu kahramanlar Tanrılık özelliği yahut herhangi bir Tanrı ile akrabalık bağı bulundurmazlar ama yinede sıradan bir insandan fazlasıyla üstündürler ve bu üstünlükleri Tanrı veya Tanrılar ile olan irtibatıyla ilişkilendirilir. Tam olarak Tanrı inancı olmayan toplumların destanlarında ise bu Tanrı’ların yerini yüksek dereceli ruhlar alır. Destanlardaki kahramanların bu şekilde karakterize edilmesinin bazı işlevleri vardı. Destan kahramanları mitlerdeki tanrılar ve tanrısal kuvvetlerle hayattaki insanlar arasında köprü kuran kişilerdir. İlk çağların insanlarında tabiat kuvvetlerinin fizik ve etik etkilerini yansıtan mitler, dinlerin de başlangıcıdır[1].
Şimdi destanlardaki Tanrı-kahraman arasındaki ilişkinin ne denli olağan olduğunu etimolojik bir örnekle açıklamak istiyorum. Bu destanların yaratıldığı dönemde insan toplulukları yaşadığı coğrafyanın etkisiyle günlük yaşamlarında onları etkileyen olgulara isimler veriyorlardı ve bu olgular ne denli derin izler bırakıyorsa insanlar o olguyla ilgili o kadar spesifik adlandırmalar buluyorlardı. Eskimo dilinin kar ve varyasyonlarını niteleyen yüzlerce kelimeye sahip olması yahut Türk’lerin hayatında hayati bir öneme sahip olan atları nitelemek için yağız, alaca,kır,demir kırı,doru gibi spesifik renklere başvurması gibi. Sanskritçe’de avataras diye bir sözcük vardır ve “ava-trī”den türemiştir. Sözcük olarak “iniş, bir tanrının dünyada bedenlenerek görünmesi” anlamlarına gelir[2]. Eğer bir Tanrı’nın doğrudan yahut dolaylı olarak yeryüzüne inişini karşılayan bir kelime bir topluluğun diline girebilmişse, o topluluk Tanrı’nın yeryüzüne bizzat yahut dolaylı olarak indiğine inanıyordur. İnanmasalar dahi en azından böyle bir olguya yabancı değillerdir.
Tanrı’nın yeryüzüne dolaylı olarak inmesinden kastım. Oğlunu yeryüzüne yollamasıdır. Bu iniş genelde göktaşı yahut yeryüzüne inen ışık haznesi aracılığıyla olmaktadır[3]. Destanlardaki bu Tanrı’nın ( Baba’nın) oğlu yeryüzüne gönderme motifi zamanla değişip. Oğlun babasını yeryüzünden kovması şekline de dönüşebilir.
 Destanlardaki Tanrı-kahraman ilişkisine dair genel bir bilgi verdim ve şimdi bu ilişkiyi iki destanın, Oğuz Kağan ve Gılgamış destanlarının üzerine yoğunlaşarak daha spesifik bir hale getirmek istiyorum. İlk olarak Oğuz Kağan Destanı’ından ardından da Gılgamış Destanı’ndan bahsetmek nistiyorum.
Oğuz Kağan Destanı, Oğuz kağan’ın doğumuyla başlar ve bu doğum şu şekilde anlatılır. “Yine günlerden bir gün Ay Kağan'm gözü par-ladı. Doğum ağrıları başladı ve bir erkek çocuk doğurdu. Bu çocuğun yüzü gök; ağzı ateş (gibi) kızıl; gözleri elâ; saçları ve kaşları kara idi. Perilerden daha güzeldi.” Görüldüğü gibi gelen bebek sıradan bir bebek değildir ve alametleriyle birlikte doğar. Bu alamet kendisini doğuran ananın gözü parlamasıdır. Bu durumda aklımıza destan kahramanları neden illaki sıradan bir kişi gibi olmuyor yahut sıradan bir doğumla dünyaya gelmiyor sorusu gelebilir. Bu sorunun cevabı destanların işlevinde gizlidir. Destanların meydana geldiği dönemde şimdiki gibi kitle iletişim araçları bulunmadığı için, adına yazıldığı kişinin propagandasını yapar. Dolaysıyla bahsi geçen kahraman herkesin özendiği ve saygı duyduğu bir karakter olmalıdır. Dolaysıyla insanların bu kahramanları Tanrı’nın kendilerine bir hediyesi olarak görebilmesi için abartı kaçınılmazdır. Biz bu alametleriyle doğan kutsal bebek figürünü daha sonraları dinsel metinlerde peygamberler için kullanıldığını göreceğiz.
Oğuz kağan’ın Tanrı ile olan özel bağa bir diğer örnek ise onun evlilikleridir. İlk evliliğini ele alalım önce. “Yine günlerden bir gün Oğuz Kağan bir yerde Tanrıya yalvarmakta idi. Karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşten ve aydan daha parlaktı. Oğuz Kağan oraya yürüdü ve gördü ki; O ışığın içinde bir kız var, yalnız oturuyor. Çok güzel bir kızdı. Başında (alnında?) ateşli ve parlak bir beni vardı, demirkazık (kutup yıldızı) gibi idi. O kız öyle güzeldi ki, gülse, gök tanrı gü-lüyor; ağlasa, gök tanrı ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce aklı gitti; sevdi, aldı. Onunla yattı ve di-leğini aldı. Kız gebe kaldı. Günler ve gecelerden sonra (gözleri) parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Bi-rincisine Gün adını koydular; ikincisine Ay adını koydular; üçüncüsüne Yıldız adını koydular” Görüldüğü gibi Oğuz kağan insani vasıflara sahiptir. O da her insan gibi evlenir ve çoluk çocuğa karışır. Lakin elbette onun evliliği de sıradan olmayacaktır. Bu aşamada Tanrı devreye girer ve nasıl ki Oğuz Kağan’ı halkına hediye etmişse, Oğuz Kağan’a da bir kadın hediye etmiştir.
Oğuz Kağan’ın ikinci karısı yine benzer bir şekilde Tanrı tarafından hediye edilecektir. “Yine bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında, bir ağaç gördü. Bu ağacın ko-vuğunda bir kız vardı, yalnız oturuyordu. Çok güzel bir kızdı. Gözü gökten daha gök idi; saçı ırmak gibi dalgalı idi; dişi inci gibi idi. Öyle güzeldi ki, eğer yeryüzünün halkı onu görse: Eyvah! ölü-yoruz der ve (tatlı) süt (acı) kımız olurdu.  Oğuz Kağan onu görünce aklı gitti. Yüreğine ateş düştü; onu sevdi, aldı. Onunla yattı ve dileğini aldı. (Kız) gebe kaldı. Günler ve gecelerden sonra (gözleri) parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Bi-rincisine Gök adını koydular; ikincisine Dağ adını koydular; üçüncüsüne Dengiz (Deniz) adını koy-dular. [4] ” Oğuz kağan’ın karılarının doğum yaparken gözünün parlaması da hayli ilginçtir. Bu şekilde Kağan’ın çocukları da kutsal sayılacaktır. Şüphesiz destanlardaki kağanların çocuklarının da kutsal olmasının,  hanedanın devam etmesine olumlu katkısı olacaktır. Tanrı kendi elleriyle evlendirdiği Oğuz kağanı savaşlarında da yalnız bırakmayacak ona bir yol gösterici (kurt) yollayarak ona dolaylı yoldan yardımcı olacaktır. “ Sol yanında Urum adında bir kağan vardı. Bu kağanın askeri ve şehirleri pek çoktu. Bu Urum Kağan Oğuz Kağanın emirlerini dinlemezdi. Onun arkasından gitmezdi. Ben onun sözünü tutmam di-yerek emrine bakmadı. Oğuz Kağan gazaba gelerek onun üzerine yürümek istedi; bayrağını açarak, askeriyle ona karşı yürüdü. Kırk gün sonra Buz Dağ adında bir dağın ete-ğine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı. Bu kurt Oğuz Kağana hitap etti ve: Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; ey Oğuz, ben senin önünde yürümek istiyorum dedi. Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını durdurdu ve gitti. Gördü ki, askerin önünde gök tüylü ve gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümektedir ve kurdun ardı sıra ordu gelmektedir.” Kurt Oğuz Kağan’ın yaptığı seferlerde onu yalnız bırakmayacak ve sıksık yol gösterici figür olarak ortaya çıkacaktır. “Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan yine gök tüylü ve gök yeleli erkek kurdu gördü. O kurt Oğuz Kağana: Şimdi, Oğuz, sen asker ile buradan yürüyerek, halkı ve beyleri götür; ben önden sana yol gösteririm dedi. Tan ağarınca, Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt askerin önünde yürümektedir; sevindi ve ilerledi.”
Tanrı oğuz kağana savaşlarda da yardım ettikten sonra. Oğuz Kağan’ın hükümdarlığının devam edebilmesi ve yeryüzünde geriye kalan son işlerini halledebilmesi için, Uluğ Türük’ e bir rüya gösterecektir. Zira Uluğ Türük’de bu rüyanın kendisine Tanrı tarafından gösterildiğini söyler. “Yine söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağanın yanında ak sakallı, kır saçlı, uzun, tecrübeli bir ihtiyar vardı. O, anlayışlı ve asil bir adamdı. Oğuz Kağanın nazırı idi. Adı Uluğ Türük idi. Günlerden bir gün uykuda bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu altm yay gün doğusundan ta gün batısına kadar ulaşmıştı ve üç gümüş ok da şimale doğru gidiyordu. Uykudan uyanınca düşte gördüğünü Oğuz Kağana anlattı ve dedi ki: Ey ka-ğanım, senin ömrün hoş olsun, ey kağanım, senin hayatın hoş olsun. Gök Tanrı düşümde verdiğini hakikate çıkarsın. Tanrı bütün dünyayı senin uru-ğuna bağışlasın! Oğuz Kağan Uluğ Türük'ün sözünü beğendi; onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne göre yaptı. Ondan sonra sabah olunca büyük ve küçük oğul-larını çağırttı ve: Benim gönlüm avlanmak istiyor. İhtiyar olduğum için benim artık cesaretim yoktur; Gün, Ay ve Yıldız, doğu tarafına sizler gidin; Gök, Dağ ve Deniz, sizler de batı tarafına gidin dedi.”
Destan’ın sonunda Oğuz Kağan’ın oğullarına öğüdü kendisinin Tanrı’yla olan bağı hakkında bilgiler vermektedir. “Ey oğullarım, ben çok aştım; çok vuruşmalar gördüm; çok kargı ve çok ok attım; atla çok yü-rüdüm; düşmanları ağlattım; dostlarımı gül-dürdüm. Ben Gök Tanrıya (borcumu) ödedim. Şimdi yurdumu size veriyorum dedi....” Anlaşılan Oğuz Kağan Tanrı’nın kendisine yaptığı bunca yardımdan sonra kendisini O’na borçlu hissetmektedir ve en sonunda borcunu ödediğini söyler.
Gılgamış’ın da Tanrı’yla daha doğrusu Tanrı’larla yakın bir ilişkisi vardır. Zira kendisi üçte iki Tanrıdır. Kendisini Tanrılar özenerek yaratmışlardır. Bir anlamda Gılgamış’ın hükümdarı olduğu halk için, O’nu bir kurtarıcı olarak dizayn etmişlerdir. “Ulu Tanrı Gılgamış’ı en yetkin hale soktu.
Bütün tanrılar, ona en iyi erdemleri vermek için birbirleriyle yarış ettiler.
Güneş Tanrısı ona, erdemin en yükseğini,
Yeraltındaki Tatlı Su Okyanusunun Tanrısı Ea, bilgeliği bağışladı
Büyük tanrılar Gılgamış’ı şu ölçüde yarattılar:
Boyunun uzunluğu on bir endaze, Göğsünün genişliği dokuz karış,
Adımlarının genişliği …… idi. Sakalı yanaklarından aşağı uzamıştı.
Güzel bıyıkları vardı. Başındaki saçlar gürdü.
Bedeni her bakımdan ölçülüydü.
Onda üçte iki tanrılık, üçte bir insanlık vardı.
Gövdesi pek iriydi.
 Geçmişten bu yana insanların Tanrı’larla olan ilişkisi onlara kurbanlar ve hediyeler sunmak şeklinde olmuştur. Söz konusu kişi hükümdar olunca o kişinin tanrıyla iletişim şekli de onun adına tapınak yaptırmak olacaktır. “İştar’ın oturduğu E-anna tapınağına yaklaş! Sonradan gelen hiçbir kral onun eşini yapmadı.” Gökyüzünden yeryüzüne gönderilme figürü burada da kendine yer bulur. “Biliyor musun oğlum, Gılgamış Uruk’ta oturuyor.
Onu yenecek kimse yoktur. Gökten inen yoğun cevhere benzer.”
Engidu’nun Gılgamış’a söylediği şu sözler Gılgamış’ın niteliğini ve yeryüzündeki misyonunu özetler niteliktedir. “Gılgamış göğsünü çeker çekmez, Engidu ona, Gılgamış’a dedi:
“Anan olan, ağılın yabanıl ineği, Tanrıça Ninsun (36),
Seni bir tane doğurdu.
Başın adamların tepesini aşmıştır!
Enlil senin alnına insanların krallığını yazmıştır!
Gücün evrenin beylerinden üstündür.”
Kendisini yaratan Tanrı’lar ona insanların krallığı rolünü biçmiş ve onu mücadelelerinde korumayı unutmamıştır. ““Yürü Gılgamış, işin uğurlu olsun! Koruyucu tanrın yanında gitsin!
O seni başarıya erdirsin!” Gılgamış’a Humbaba’ya karşı galip geleceği rüyasında gösterilmiştir. Buna benzer bir rüyayı Oğuz Kağan Destanı’nda Uluğ Türük’de görmüştü. “Engidu, arkadaş, ben bir düş gördüm…
Sen beni uykumdan tedirgin ettin?
Ben niçin uyanığım?
Birinci düşümün üstüne, ikinci düşüm göründü;
Derin dağ diplerinde duruyorduk, hemen dağ devrildi…
Beni yere yıktı. Dağ ayaklarımı yakaladı ve onları bırakmadı.
Biz onun karşısında küçük saz sinekleri gibi kaldık…
Öyle aydınlıktı ki!
Bana bir adam göründü. Ülkede en güzel oydu. Pek güzeldi.
O beni dağın altından çekti, bana su içirdi. (54)
Yüreğim ferahladı. Ayaklarımı yere değdirdi.”
Kırda doğan Engidu, arkadaşına dedi, Engidu düşü yordu.
“Arkadaş, düşün güzeldir, pek iyi bir düştür.
Arkadaş, gördüğün dağ Humbaba’dır. Humbaba’yı yakalayacağız;
Onu öldüreceğiz ve ölüsünü dışarı tarlaya atacağız.
Yarın her şey sona erecek!”
Humbabayla savaşı sırasında Tanrı Şamaş, Gılgamış’ı yalnız bırakmamış ona öğütlerde bulunmuştur. “O, eliyle baltayı yakaladı… bir tane de nacakları vardı.
Engidu onu eline aldı ve katranları devirdi;
Ama Humbaba gürültüyü duyunca öfkelendi:
“Kimdir o, dağlarımın çocukları olan ağaçların ırzına geçen?
Kimdir o, katranı deviren?”
Bunun üzerine göksel Şamaş, gökten onlara seslendi:
‘İleri gidin, korkmayın!’“ Sonunda Gılgamış bu mücadeleden galip ayrılır.
            Gılgamış’ın Tanrı’larla olan münasebeti o denli içli dışlıdır ki. Tanrıça İştar O’na aşık olmuştur. Lakin Gılgamış onun aşkına karşılık vermez ve bunun sonucunda bu tanrıçayla çeşitli mücadelelere girmek zorunda kalır. Son olarak Gılgamış’ın ölümsüzlük sırrını aramaya çıktığı yolculukta akrep bekçilerle karşılaştığı, onun üçte iki Tanrı olduğunu gösteren bölümü göstererek yazımı sonlandırmak istiyorum. “Akrep Adam karısına seslendi:
“Buraya, bize gelenin vücudu tanrı etinden midir?”
Akrep Adam’ın karısı ona yanıt verdi:
“Onda üçte iki tanrılık, üçte bir insanlık vardır!”
Akrep Adam, insan yüzlü, tanrıların çocuğuna seslenip şu sözleri söyledi: “


                                                                                                                  


[1] Behçet Necatigil, 100 Soruda Mitologya( İstanbul: Simurg Kitabevi,1978),7.
[2] M. Monier-Williams, A Sanskrit English Dictionary,
Motilal Banarsidass Publishers, 13. Baskı, India, 1995, s. 99
[3]  Bu ışık haznesiyle iniş sahnesi halen modern dünyadaki sinema sektöründe kullanılmaktadır. Örneğin “ Terminator” serisinin başlangıç sahneleri hep böyledir. Hatta araştırmacılar için  modern sinemadaki hatta sinemayla yetinmeyip modern sanattaki destanlara ait figürler ilginç bir konu olabilir.
[4]  Oğuz Kağan!ın altı çocuğu vardır ve altısı da erkektir.  O zamanki Türk toplumu her ne kadar anaerkil olsa da. Oğuz Kağan’ın gücünün sembolü olan bu altı erkek çocuğun, şuan ki erkek adamın erkek çocuğu olur algısıyla ilişkilendirebileceği kanısına sahibim.

Ulusların kendilerini özdeşleştirdikleri ve totem olarak kabul ettikleri hayvanlar


   
            İnsan-hayvan-doğa üçgeni tarih boyunca var olagelmiştir. İnsanoğlu varoluşunun ilk zamanlarında karşısında mücadele edilmesi gereken sert bir doğa ve vahşi hayvanlar vardı. Zamanla insanoğlu, aklını kullanarak bu mücadeleyi lehine çevirmiş, her iki düşman unsuru da kontrol altına almıştır. Hatta bu üstünlük günümüzde öyle bir seviyeye gelmiştir ki insanoğlunun varlığı diğer ikisinin mevcudiyetini tehdit eder seviyeye gelmiştir. Lakin insanoğlu üstünlüğü bir çırpıda ele geçirememiş bu süreç çok uzun olmuştur. İlk insanlar gerek acımasız iklim koşullarından hem de yırtıcı hayvanların saldırılarından korunmak için mağaralara sığınıyorlardı. Sığındıkları bu mağaraların duvarlarına çeşitli hayvan figürleri çizdiler. Bu hayvanlar genellikle bir av sahnesinin parçası olurlardı zira figürler çoğunlukla bizon, at, kuş ve balık gibi hayvanlara aittir. Sanat tarihçileri bu figürlerin mağara adımlarının içindeki av aşkının bir dışavurumu olduğunu söyler. Her ne amaçla yapılmış olurlarsa olsunlar bu figürler günümüzde sanatta çok ileri bir seviyeye gelen insanoğlu için bir emekleme dönemiydi.
            Yazımın ilerleyen kısımlarında ulusların kendilerini özdeşleştirmiş oldukları hayvanlardan bahsedeceğim, bu sebeple insanoğlunun var olma ve medenileşme sürecinde hayvanlarla olan mücadele(ilişki)sine yer vereceğim. Yukarda da belirttiğim gibi insanoğlu uzun bir mücadele sonucu üstünlüğü ele geçirmiştir. Bu mücadelenin başlarında insanlar hayvanların çoğundan korkuyordu. Bu korku zamanla yerini saygıya bırakmıştır. Hatta kimi toplumlar saygıdan da öteye gitmiş, insanlar bu hayvanlara tapmaya başlamıştır. İnsanoğlunun tapınma güdüsü irdelendiğinde temelinde tapındığı varlığın ya da olgunun kendisinden daha üstün olduğu düşüncesi yatar. Dolaysıyla hayvana tapan uluslar bu dönemde bu hayvanların kendisinden üstün olduklarını düşünüyorlardı. Bu dönem “ zoomorfik dönem” olarak adlandırılır.[1]
            Ulusların yahut toplulukların kendileriyle özdeşleştirdiği hayvanlara örnek olarak ilk mersinbalığını örnek vermek istiyorum mersinbalığı, eskiden büyük gollerin yakınında yaşayan kızılderililer tarafından balıkların kralı olarak adlandırılırlardı. Hiawatha'ya bir ölüm-kalım savaşı verdiren de mersin balığıdır. Longfellow Hiawatha destanında bu balığın başarılarını, cesaretini ve güçlü yüreğini kuşaktan kuşağa anlatılacak biçimde sonsuzlaştırmıştır. Kızılderililer mersin balığına büyük bir saygı beslerlerdi. Ojibwa soyunda, bir mersinbalığı kabilesi vardır ve öncü kabilelerden sayılır. Ojibwalılar için mersin balığı ruhsal derinliğin ve gücün simgesiydi. Ojibwalılar’ın kendilerini mersinbalığı ile özdeşleştirmelerinin bir çok nedeni olabilir. Fakat ilk akla gelenler mersinbalığı ile bu kabilenin aynı coğrafyayı paylaşıyor olmaları sebebiyle sürekli iç içe olmaları ve mersinbalığının gövdesinin bazı yerlerinde bir dizi kemikli pula benzeyen tabakanın bir zırhı andırması ve bu kabilenin mersinbalığının sahip olduğu bu doğal savunma sistemine olan hayranlığıdır. Afrikalı yerlilere gelince, Onlar da ruhlarının bufaloların içine girip orada yeni bir hayat bulduğuna inanırlar ve onu evrenin babası olarak kabul ederler.[2] Yine benzer bir şekilde, Afrikalı yerlilerin bufalo ile kurdukları bağın ve ona duydukları saygının temelinde, aynı coğrafyayı paylaşıyor olmalarının yanı sıra güçlü fiziği ve sert boynuzlarından korkmaları yatmaktadır. Afrikalı yerliler bir anlamda egolarını tatmin etmek için kendilerini bu güçlü hayvanlarla özdeşleştiriyorlardı.
            Domuz ise Hint mitolojisinde önemli bir yere sahiptir. Hint mitolojisinde tanrı Vişnu, "Yaban Domuzu Vişnu" (Varaha) olarak cisimlenir. Vişnu bir kez de, dünyayı içine düştüğü sulardan kurtarmak için yaban domuzu kılığında yeryüzüne geldiği için Hintli’ler domuza saygı duyarlar. Vişnu'nun domuz şeklindeki üçüncü avatarıdır. Rivayete göre Dünyayı (prthivi) alıp kozmik okyanus un dibine götüren rakşasa (iblis) Hiranyakşa'yı yenmek için ortaya çıkmıştır. Sonunda galip çıkan Lord Varaha ile Hiranyakşa'nın arasındaki savaşın bin yıl sürdüğüne inanılır. Varaha uzun dişlerinin arasında taşıyarak Dünyayı okyanustan çıkarır ve evrendeki yerine geri getirir. Vişnu bu avatarında iken Prithvi (Bhudevi) ile evlenmiştir. Sanat eserlerinde Varaha ya tamamen hayvan olarak ya da insan vücudu üzerinde domuz başıyla tasvir edilmiştir. İnsan vücutlu şeklinde dört kolu vardır, bir eliyle çark, diğer eliyle deniz kabuğu tutarken diğer iki elinde gürz, kılıç, lotustan birini tutar ya da kutsama hareketi (mudra) yapar. Dünya, domuzun uzun dişleri arasında durur.[3]
            Kedi ise eski mısırlılar için totemdi. Eski Mısır'da eger bir evdeki kedi dogal olarak ölürse, o evde oturanların hepsi yaslarını belli etmek için kaslarını kazıtırlar. Ölen kedi özel bir mezarlığa gömülür. Kedilerin mumyalandıkları ya da tunç tabutlar içerisinde toprağa verildikleri bildirilmiştir. Bir evde yangın çıktığında Mısırlılar,kendilerinden önce kedilerini yanmaktan kurtarmak amacıyla çevrelerinde bir çember oluştururlar. Bu şekilde, alevlerden korkan ve çılgına dönen panik içerisindeki kedilerin, alevlerin üzerine atlamalarına engel olurlar. Mısır ülkesinde tapılan bir tanrı ve bir totem olan kedilere gösterilen bu büyük ilgi ve derin sevgi, Hitit'lere ve Urartu'lara da yansımıştır . Eski Mısırlılar bazen, doğan güneş tanrısı Ra'yı, yılana saldıran bir kedi seklinde düşünürler ve bu şekilde şeytana karsı iyiliğin gücünü kedi ile sembolize ederler.[4] Kedi, ilk önce evcilleştirildiği Mısır'daki dokunulmazlığını ve ayrıcalıklı konumunu diğer uygarlıklarda çoğunlukla bulamamıştır. Öyle ki; Eski Mısır'da bir kediyi yanlışlıkla öldüren bir Romalı, Mısırlılarca evinde linç edilmiştir .[5]
            Afrika kıtasının bazı bölgelerinde hayvan-insan miti çok yaygındır. Bu inanca göre bazıinsanların ruhlarını hayvanlara göç ederler. Bu olgunun en sık rastlanan örneklerinden biri de arslan   insanlardır. Eğer ruhun içine girdiği hayvan vurulup öldürülürse, ruhun gerçek sahibi olan insanın da hemen öleceğine inanılır. [6] Birçok kahramanın arslanlar tarafından büyütüldüğü, bir çok ulusun da arslanlar tarafından emzirilen, büyütülen ve eğitilen bir atanın soyundan türediği (Moğollar gibi) ileri sürülmüştür.[7] Roma imparatorluğunun kurucuları olarak kabul edilen Romus ve Romulus'un öyküleri kurt motifinin kullanıldıgı ilginç bir öyküdür. Savaş tanrısı Mars'ın oğulları olan Romus ve Romulus'u Tiber nehri kıyılarında bulup emziren yine bir dişi kurttur.[8]




Kaynakça


Demircioğlu, H. Roma Tarihi. 1.-Kısım. ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1987.
Ergener, R. Anatanrıçalar Diyarı Anadolu. İstanbul, 1988.
Hançerlioğlu, O. İnanç Sözlüğü. İstanbul: Remzi Kitabevi, 1975.
Telesco, P. Folkways. St. Paul, Minosate USA: lleyellyn publications, 1995.
Topuz, H. Kara Afrika. İstanbul: Milliyet Yayınları, 1973.
Vikipedi. http://tr.wikipedia.org/wiki/Varaha (11 30, 2011 tarihinde erişilmiştir).






















[1]  O. Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü ( İstanbul: remzi Kitabevi,1975 ),1-861.
[2] P. Telesco, Folkways ( St. Paul Minosate USA: llevellyn publications, 1995), 21.
[3]  Vikipedi, http://tr.wikipedia.org/wiki/Varaha,(E.T. 30.10.211).
[4]  P. Telesco, Folkways ( St. Paul Minosate USA: llevellyn publications, 1995), 44.
[5] R. Ergener, Anatanrıçalar Diyarı Anadolu ( İstanbul: 1988), 49.
[6] H.Topuz, Kara Afrika (İstanbul: Milliyet Yayınları, 1973),203.
[7] O. Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü ( İstanbul: remzi Kitabevi,1975 ),1-861.

[8] H. Demircioğlu, Roma Tarihi. 1.-Kısım (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Türk
Tarih Kurumu Basımevi,1987),36.